sıcak havalar kapsül gardırobumu nisan başında yaptım, 3 gün sonra kış geri geldi, hemen 2 kazak çıkardım yine. bu yüzden beklemedeyim. yeni kapsülün fotolu ve kapsamlı tanıtım post’u için nisan sonunu bekliyorum. bu arada ufak tefek değişiklikler yapıyorum. nisan kapsül bakımından bir deneme süreci oldu. zaten merkür de götün götün bildiğiniz gibi… bu şartlar altında uzun vadeli planlar yapmak yaradana şirk koşmaktır. (din bilgime ne kadar güvendiğinizi bildiğim için iddialı yazdım.) zorunlu işlerimi bitirdim sayılır. ‘hangi zorunlu iş?’ desenize! mart sonunda, hangi işleri kendime zorunlu…“nisan, bologna, dostluk” yazısını okumaya devam et

15 yıldır doktora yolunda ter döken canım ayşe’nin paris’te gerçekleşecek tez savunması ve bizim 6. evlilik yıldönümü aynı haftaya denk gelince sedat anında program yaptı. bu sefer klasik road trip tarzımıza bir de bilinmezlik unsuru ekledik. kabaca nasıl bir rota izleyeceğimizi biliyorduk. amacımız daha az bilinen, küçük yerleri gezmekti. ama tek tek hangi şehirlere/kasabalara gideceğimize karar vermeden ve haliyle nerede kalacağımızı da ayarlamadan gittik. biz yola tez ekibinden 4-5 gün önce düştük ve gezimize pek sevdiğimiz almanya’dan başladık. berlin’e inip arabamızı kiraladık. önce şehir merkezine uğrayıp…“gezdik geldik: dresden, leipzig, kassel, route de champagne” yazısını okumaya devam et

macera dolu amerika yazı dizim california sonrasında boynu bükük kaldı. arkasını getiremedim. farkındayım ve üzgünüm. bu kez araya fazla zaman girmeden yazıyorum. ama çok detaya girmeyeceğim, çünkü her kasabayı ayrı ayrı ve uzun uzun yazma isteğim, önceki seyahatleri yazamamamın temel sebebi. o kadar vakit bulamayınca hiç yazmasam daha iyi diye düşünüyorum galiba. bu kez kısa da olsa yeni bir seyahat yazısıyla karşınızdayım. 1. gün: lufthansa krizi ve frankfurt’ta mahsur kalış lufthansa ile ilk ve son uçuşumuz oldu. tam bir rezalet. zaten 1 saat rötar haberiyle…“macera dolu amerika: 8 gün, 4 eyalet, 3500 km” yazısını okumaya devam et

sizlere 4-5 gündür anne dizi dibinde kaykılıverdiğim turkish riviera didim’den sesleniyorum. yıllardır çapsızlığından hiçbir şey yitirmeyen nadide bir tatil beldemiz. ama yazlık, alışkanlık, kankalık. o bakımdan senelik yoklamamı vermeye geldim ben de. günün yarısını pijamamla geçiriyor, sapiens’imi okuyor, 51 oynuyorum. elegansın vücut bulmuş haliyim adeta. duşun suyu çok az aktığından denize gitmeye de üşeniyorum. bu beyin uyuşturucu şartlar altında fransa gezimiz her an güme gidebilir, bari hala aklımdayken italya’yı yazayım dedim. haziran ayında italya’ya gitmek normalde hür irademle yapmayacağım şey. hem italya’nın sıcağı leş olduğundan hem…“6 günde şipşak kuzey italya” yazısını okumaya devam et

6. gün: abyaneh, kaşan, kum tahran’a gitmek için yeniden yollara düştük ama yolları da boş geçirmedik. ilk durağımız bir müze köy olarak bilinen, unesco kültür mirası listesindeki abyaneh oldu. 2500 yıllık bu dağ köyünde halk hala geleneksel kıyafetleriyle geziyor, bin yıllık yöntemlerle basit ama çok lezzetli ürünler üretiyor: nar, dut, erik reçelleri ve pestiller, güneşte kuruttukları meyveler ve yemişler sokaklarda satılıyor. çoğunluğu orijinal haliyle korunan binalar ve sokaklar sarı-kahve tonlarıyla yine çok güzel. köyün girişindeki fırından aldığımız kocaman bir ekmeğin sıcaklığı ve lezzeti abyaneh’ten aklımda kalan…“iran: başka türlü bir yer – IV” yazısını okumaya devam et

4. gün: isfahan yolunda yezd’den isfahan’a gitmek neredeyse bütün gündüzümüzü aldı. yolda ara sıra durduk: birçok kervansaray, sarnıç, seramikçiler (iran’ın bu tarafları seramik işleriyle de ünlüymüş), kilimciler derken isfahan’a vardık. çölleri aşıp gelmişiz, herhalde en son beklentimiz karşımızda cenevre gibi bir şehir bulmaktı. ama isfahan tam da böyle bir yer desem inanır mısınız?! bir kere sokaklar inanılmaz yeşil. sadece büyük caddeler değil ara sokaklar bile sağlı sollu dizilmiş ağaçlarla koyu gölgede dinleniyor gibi. binalar filan elbette güzelliğinden ölmüyor (eğer tarihi bina değilse) ama tüm bu…“iran: başka türlü bir yer – III” yazısını okumaya devam et

2. gün: persepolis otobüsle persepolis’e giderken o kadar çok ev ve yol inşaatı gördük ki bu duruma dikkat çektiğimiz rehberimizden hoş bir fıkra dinledik: abd, rusya ve iran cumhurbaşkanları bir arada içerken şeytan yanlarında bitivermiş, ‘ne isterseniz sorun bana’ demiş. abd başkanı ‘şu bizim ülke ne zaman dünyaya hakim olacak?’ diye sormuş. şeytan ’50 yıl sonra’ deyince zaten yaşını başını almış olan başkan ‘ben göremeyeceğim!’ diye ağlamaya başlamış. sıra rusya başkanına gelmiş. onun sorusu da aynıymış: ‘peki ya bizim ülke ne zaman dize getirir dünyayı?’…“iran: başka türlü bir yer – II” yazısını okumaya devam et

son 2-3 ay buralara pek uğrayamadan geçti ve bu durumun 3 temel sebebi var: 1- laptop’umun touch pad’inin bozulması ve bana hayatı dar etmesi 2- mütemadiyen seyahatte olmam 3- ben yine bir seyahatteyken sedat’ın son derece iyi niyetlerle laptop’umu tamir etsinler diye ajans’ın IT’cilerine vermesi ve bu insanların da format atarak kırık programlarımı çalışmaz hale getirdikten sonra, touch pad’de minör bir iyileşme ile laptop’u geri vermekte bir sorun görmemesi. bravo. ne photoshop açılıyor ne keynotes. hatta preview bile açılmıyor. özel IT’ci bedduamı yolluyorum bu coder kalplere: hiçbir işinizde bug’ınız…“2016 gezi-gözlem raporu” yazısını okumaya devam et

iran’ın turistik bir rota olarak aklıma düşebilmesi için celta sürecinde iranlı bir kızla tanışmam gerekti. yoksa bildiğiniz gibi ceddimizin rotası daima batıya, en batıya olagelmiştir. iranlı arkadaşımın candan davetine icabet etme fikri kafamda 4 yıldır döner ve bir türlü gerçekleşemezken teyzemin arkadaşları ve arkadaşlarının ada’dan arkadaşları bir iran turu organize ettiler. eniştem son anda gidemeyince de yerine ben zıplayıverdim. olacağı varsa oluyor bu işler. gitmeden önce birçok iransever’den iran’ın tarihini, sanatını, edebiyatını, insanını dinledim. eski ev arkadaşım hakim, bizim geziden 2 ay kadar önce, 10 yıl sonra 2. kez iran’a…“iran: başka türlü bir yer – I” yazısını okumaya devam et

pariste yasamak

(veya: bir aşk ve nefret ilişkisi) bunun sadece bir gezi yazısı olabilmesini çok isterdim, ama bu şehirle münasebetim kendisini gezmelik ve foto çekmelik bir destinasyon olarak görebilmeme imkan vermeyen cinsten. o nedenle kafamdaki yazıyı ikiye böleceğim. önce bu genel paris deneyimlerini aktarayım. bir sonraki sefer son gidişimden anekdotlarla geziye daha yakın, daha güncel bir yazı yazmış olayım. paris’te hayatımın en güzel yılını geçirdim ben. aradan geçen 13 yıldan sonra bile hala en güzel yılım diyebildiğim bir yıl. geri dönmek mümkün olsa hayatımdan birkaç yılı seve…“paris: yaşam kılavuzu” yazısını okumaya devam et

bu işe nasıl bulaştığımı hatırlamaya çalışarak başlamalıyım. tam bir sene önce füs, bir arkadaşıyla beraber göteborg’da bir yarı-maratona katıldığından, ortamın inanılmaz renkli ve eğlenceli olduğundan, bir de tabi o kadar km koşmaktan bacaklarının iptal olduğundan bahsetmişti. birkaç ay sonraya zıplayalım: isveççe dersi grubumuzla ”bu kadar ders yapıyoruz, bari hep beraber bi de isveç yapalım, ne kadar öğrenmişiz test edelim” sohbeti kapsamında aklıma bu maraton meselesi geldi. her seyahate ille de bir aktivite sokuşturmak tam benim tarzım, gitmişken bunu da koşalım dedim. hocamız elisabeth’in erkek kardeşi…“göteborg mu? koştum geldim!” yazısını okumaya devam et

çölü geride bıraktıktan sonra o gece konaklayacağımız big bear lake’e doğru yola koyulduk. geç bir saatte kulübemize vardık ve sanırım yemek bile yiyemeden sızdık. ne kadar sempatik bir yerde kaldığımızı ancak ertesi sabah ortamları gündüz gözüyle görünce fark ettik. big bear gölü de epey büyük bir göldü. ama etraftaki insan kalabalığının ya aktiviteye aç 5 çocuklu ailelerden ya da kemiciklerini ısıtmaya gelmiş emeklilerden oluştuğunu anlayınca pek fazla bulaşmadan yolumuza devam ettik. kulübemiz – sekoya yolunda arizona dream ortamları kaderin bize hazırladığı karşılaşmadan bihaber, neşe içinde…“macera dolu amerika vol IV: bIg bear lake – sequoIa natIonal forest – yosemIte natIonal forest – bodIe” yazısını okumaya devam et

san louis obispo’dan güzel anılar ve güzel kafalarla ayrılıp kara şimşeği pismo beach‘e sürdük. hedef -en azından sedat için- kaseyi okyanusa daldırmaktı. hiç eksik olmayan deli rüzgarlar sebebiyle konuya daha baştan mesafeliydim ben. zaten fikrim belli: ocean is overrated. neyse, boardwalk empire izleyenlerinizin şıp diye hatırlayacağı iskele modeli her kıyıda olduğu gibi burada da bizi karşıladı. sedat umudunu yitirmedi, pismo beach’ten gaza basıp neredeyse 50 km boyunca beach baktı kendine. nihayet refugio state beach‘i gözüne kestirdi. bu minnak beach’imiz gerçekten de pek sakin ve yüzmeye…“macera dolu amerika vol III: santa barbara – los angeles – joshua tree” yazısını okumaya devam et

san francisco’yu tabanvay gezdikten sonra road trip faslı için sedat’ın bir heves aylar önceden kiraladığı camaro’yu teslim almaya gittik son gün. adam meğer kara şimşek’i kiralamış! benim naçizane önyargılarıma göre, bu arabaya istanbul’da binen kitle ya 18’ini yeni doldurmuş ultra ciks gencolar ya da andropozun dibine vurmuş amcalardan oluşuyor. ama california ortamında ne hava atılacak kadar havalı ne de belli bir kesimin tekeline girecek kadar pahalı olduğundan, bizde genellikle görgüsüzlük simgesi olan cabrio’lar orda oldukça sıradan ve sık rastlanan modeller. kelebek gibi uçup arı gibi…“macera dolu amerika – vol II: carmel – monterey – bIg sur – san luIs obIspo” yazısını okumaya devam et

rafet el roman haklıymış. amerika gerçekten de macera dolu bir ülke. başınıza çok büyük maceralar gelmesine de gerek yok üstelik. gezdiğiniz en sıradan yerlerde bile potansiyel bir macera hissi size eşlik ediyor sürekli. herhalde yıllarca filmlerde, dizilerde gördüğümüz yerlere ayak basmış olmaktan mütevellit bir dolduruş, bir heyecan basıyor bünyeyi. en baştan başlamak gerekirse aslında yıllarca amerika’ya kayıtsız yaşadım ben. bu ülkeyi çok seven insanlarla birlikte olduğum zamanlarda bile bana özellikle çekici görünmemişti. fransız okulu çıkışlıysanız muhtemelen siz de benim gibi daha avrupa odaklı bir dünya…“macera dolu amerika – vol I: san francIsco” yazısını okumaya devam et