iş maceralarım – IV

Kategoriler ontolojik

aslında hiç de önemli bir meblağ olmayan tazminatımla evin yolunu tuttuğum o akşam hayattan nasıl beklentilerim vardı hatırlamıyorum. tam o dönemde üniversiteden 2 kız arkadaşım kanallara film-dizi-belgesel çevirileri yaptıkları küçük bir şirket kurmuşlardı. herhalde tesadüfen yolda filan karşılaştık ve iş teklif ettiler. yemediği ot keçinin burnunun dibinde bitermiş hesabı, yine çeviri. ama dolarla ödeme yapıyor olmaları aklıma yatmıştı. başka bir iş buluncaya kadar yapabileceğime kanaat getirdim. hatta ”zaten evden çalışıcam, günde 8 yok yok 10 bölüm çevirsem…” gibi hevesli varsayımlarla dolarları kafamda çarpıp çarpıp coştum. bu işi sevsem belki bunca coştuğuma değerdi. bir yandan özel derslerim sağolsun, kışı çıkarırdım da. ama işsizliğimi kendine dert edinen sevgili sedat bir gün arayıp ”bak valla bu böyle küçük kendi halinde bi ajans, maaş da veriyorlar, git görüş” diye ısrar ettiği an, kader ağlarını örmeye başlamıştı benim için.

ajans o günlerde harbiye’deydi. görüşmeye giderken hafiften bir heyecan hissetmekle birlikte içim bomboştu. reklamın gelmişi geçmişiyle ilgili bilgim sıfırdı. reklamları takip edip aralarından iyilerini/zekilerini seçmeyi hobi olarak benimsemiş biri hiç değildim. ama bu kadar insan yapabiliyorsa yapabileceğimi düşünüyordum – para karşılığında tabi! kreatif direktörün net ve özet bir hali vardı. lafı çok uzatmadı. bir ayakkabı markası için ”reklam fikri düşün, bana mail at, sonra görüşürüz” dedi. sonraki 2-3 gün boyunca kafamda deli sorular, fikir düşündüm. sonunda aklıma beni bile heyecanlandıran bir şeyler geldi. yazdım, yolladım. ertesi gün mailbox’ımda tek cümlelik bir cevap buldum: ”tamamdır, ne zaman gelebilirsin?” 8 ocak’ta yeni kariyerimin masa başındaydım.

3. iş: bir reklam ajansında metin yazarı

ilk aylar oldukça sakin geçti. pek kalabalık değildik. kendi halinde, olaysız müşteriler vardı elimizde. çoğunluğu moda markası. fikir düşün, başlık at, slogan bul derken kreatif direktör’den (kd) her gün yeni şeyler kapıyordum. ilk denememde beğendiği başlıklar olsa bile, 3, 4 hatta 5 sayfa çalıştırmadan bırakmazdı. zorlamayı seviyordu. bense işi beğenilince götü kalkan, beğenilmeyince trip atan biri değildim. belki de reklamcılıkla bir gönül bağım, hırsım, takıntım olmadığından. yani iyi yapsam ne olacak, yapamasam ne olacak kafasındaydım. kelimelerle arası iyi olan biriydim ben sadece. en kötü kovarlar, başka bir şey denerdim. tabi ki işi en kısa sürede ve en iyi şekilde yapmayı istiyordum. bu sebeple, beni sürekli zorlamaktaki amacını anlayamadığım zamanlarda bile bu adama bir kez olsun isyan etmemişimdir. ne dediyse can kulağıyla dinledim. yıllarca çok büyük ajanslarda çalışmış, sürü sepet ödül toplamıştı. ama reklamcılığın bu janjanlı taraflarıyla işi olmayan, sade, düz, kendi halinde biriydi. cin fikirlerle sorun çözmeyi seviyordu. zamanla ona olan saygım katlanarak arttı. birçok açıdan tuhaftır kd. kafası başka türlü çalışır. bu konuda hepimiz hemfikirdik.

o ne kadar içi dışı bir bi tipse buradaki ilk ve son senior yazarım da bir o kadar sinsiydi. kd beni başlangıçta bu sinsi’ye bağlamıştı aslında: ”yazdıklarını ona göster, o yönlendirir”. nah yönlendirdi. her sabah ajansa gelip hepimizden bağımsız takılır, biz junior’lara bir günaydın’ı çok görür ve sürekli bir şeylerden şikayeti varmış gibi gezerdi. reklamcılığı çözmüştü. hiçbir şeyi beğenmemek bir yaşam tarzıydı onun için. ama bütün bunları yüksek sesle yapacak kadar da güvenmiyordu bence kendine. hep bir kıskıs gülme hali, ”ajandam bambaşka ama söyleyemem, top secret” edaları. bir iş gösteriyorum, göz ucuyla bakıp ”he he, iyi iyi” diyor. sonra kd’ye gösteriyorum, ne yazdıysam üstünü çiziyor. sinsi’den hayır beklemeyi kısa sürede bıraktım, direkt kd’ye gider oldum. zaten sinsi de kendisine bağlanan büyük umutları boşa çıkarttı, 9 ay sonra bir sabah ansızın başka ajansa transfer olduğu haberini aldık.

sinsi’yle ilgili en bombastik anım: moda markasına ik ilanı çalışmış ama müşteri beğenmemiş. standart ”öyle demeyelim böyle diyelim” revizyonu. sinsi, bu işle ilgilenen müşteri temsilcisine 50 satırlık epik bir mail döşenmiş. vay efendim kendisi uygulamacı değil yaratıcıymış, yaptığı işi anlamayan müşteriye aşina değilmiş, bu işi bu kadar bilmiyorlarsa gelsinler de öğretsinmiş ve daha neler neler. bu mail’i yıllar boyunca mailbox’ımın bir köşeciğinde sakladım. hem ara sıra açıp yeniden oha olmak için, hem de böyle bir insan olursam beni vurun diye eşe-dosta referans mail niyetine. sonuç olarak zaten tamamı tek bir başlıktan oluşan ilan metnini değiştirmeye yanaşmadı sinsi. müş-tem yazık soğuk terler döküyor. zira işin o gün çıkıp onaylanması, akşama da baskıya gitmesi lazım. rica etti, değiştirdim. ne olacak zaten, ertesi gün hürriyet ik’da çıkacak. cannes’da büyük ödül için yarışmayacağız 5×10 cm ürün müdürü ilanımızla. yolladık, onayı aldık, iş baskıya gitti. sinsi de o akşam rakı sofrasında reklamcılığı kurtarmaya devam etmiştir muhtemelen. gece de osura osura uyumuştur. nasıl olsa onun hor gördüğü müşteriler için hor gördüğü işleri yapacak gurursuz ve bilinçsiz birileri var şu dünyada.

sinsi’nin gidişi aslında en çok bana yaradı. işlerin başımda patlayacağı belli olunca hemen maaşıma zam yapıldı. bi nevi junior plus oldum. bu arada devreye büyük başkan (bb) girdi. bb, kd’den yaşça epey büyük, birçok ajans kurmuş, hepimizin çocukluktan beri bildiği bir dolu reklamı yazmış ve zamanında fırtınalar estirmiş bir insan. kd’nin reklam anlayışına halk tipi dersek, bb’ninki lordlar kamarası. anlamsız sululuklara asla gelemez. ama birbirlerini pek de güzel tamamlıyor ve idare ediyorlar. en sevdiğim ortak noktaları ise yıllarca sabahlara kadar çalışmış olan bu 2 adamın, bize sektörde zor bulunan bir prensiple iş yaptırmaları: dünya yıkılsa dükkanı akşam 6’da kapatıyoruz. daha geçe kalsak ya kd ya da bb ”çocuklar gidin artık, biraz da hayatı yaşayın” tadındalar. aynı dönemde ajans çok büyük 1-2 müşteri kapınca tempo hızlanıyor, kadro genişlemeye başlıyor ve ajans taksim’e taşınıyor. işlerin çoğu yine benim üzerimde. zira diğer metin yazarı da en az benim kadar konuya ilgisiz bir arkadaş. tek fark, o bu ilgisizliğini her işe çok heyecanlanıyor görünüp sonuçta kaytararak dışa vururken, ben bütün heyecansızlığıma rağmen ortamın çöpçü balığı gibi yarım kalan, direkten dönen, acele yapılması gereken her işe koşuyorum.

işte tam da o dönemlerde elime bir kitap geçiyor. önlenemez bir kariyer kadını olmaya and içtiğimden değil tabi, meraktan okuyorum. ve son derece klişe gibi dursa da bu kitaptan süper akıllar kapıyorum. en altın tavsiye de şu: ”işinizde en güçlü olduğunuz 3 özelliğinizi belirleyin ve zam isterken bu özellikleriniz sayesinde işe kattığınız değeri mutlaka söyleyin”. aşağı yukarı böyle bir şey. ajansa gireli 1,5 yıl olmuş, bayram değil seyran değil, kuralı test etmek için üçüncü ortağa zam istemeye gidiyorum – o dönemde bu işlerle o ilgileniyor. çok net konuşuyorum, en ufak kıkırdama gülümseme yok, adeta bir fbi ajanı pozlarındayım: ”çok hızlı çalışıyorum, çok fazla iş hallediyorum ve revizyonlara asla dırdır etmiyorum. sayemde bütün işler tıkır tıkır ilerliyor. maaşıma ne yapabiliriz?” maaşım o sıra 2000 tl. beni pür dikkat dinliyor. ”tamam, 2500 olsun” diyor hemen. ”hayır hayır” diyorum, ”3000”. ulan bu karı kesin satacak bizi diye işkilleniyor sanırım. ”peki”yi yapıştırıyor. böylece 20 tl’lik kitap sayesinde maaşıma 2 dakika içinde %50 zam yaptırmış oluyorum. hala unutamadığım bir moment!

maaşım orada kalmadı – reklamda bi kez maaşlı olduktan sonra her şekilde büyür rakamlar. bu arada boş vakitlerim de artıyordu tabi. hayatımda bugüne kadarki en ar-ge’li dönem ajans dönemimdir. her sabah işlerimi çabucak halledip yeşil çayım eşliğinde keyifle takip ettiğim yabancı blog’lara, sitelere, forumlara hücum ediyordum. önce mesela bir saat orkide bitkisinin bakımını araştırıyorum, ordan renk paletleri oluşturduğum sitelere zıplıyorum, üstüne amazon’daki kitap yorumlarında kayboluyorum, sonra da simple living forumlarındaki tartışmaları dinliyorum. alternatif tıp, astroloji, tango, yemek tarifleri derken sanki her gün ajansa çalışmaya değil bir şeyler öğrenmeye gidiyor gibiyim. sanırım böyle böyle survive ettim 5 yıl. yoksa ilk günden biliyordum bu işten emekli olmayacağımı. yine bu 5 yılın bir noktasında öğretmenlik yapmak için seminer/sertifika kovalamaya başladım. yaratıcı drama’yla böyle tanıştım. your money or your life‘ı yine reklamcıyken okudum ve para biriktirip küçük bir daire aldım. kaç kursu, kaç evi, kaç ilişkiyi geride bıraktım, kaç kere yeni sayfa açtım. hayatımın önemli bir dönemiydi ajansta geçirdiğim yıllar.

bu 5 yılda birçok kıymetli dost da edindim elbette. bir kısmı sonra kendi ajanslarını kurdu, hala birlikte iş yapıyoruz. hepsi de reklamcılığa ”yaratıcı dehanın son noktası” değil ”yaratıcı olunca daha hoş olan bir iş” gözüyle bakan, egosuyla adam ezmeyen, normal insanlar.

kd’nin eleştirileri ve bb’nin takdirleri. biri severken diğeri döven 2 baba gibiydiler. ikisinden de çok ama çok şey öğrendim. iş ahlaklarına, karakterlerine ve yeteneklerine hala büyük saygım var. ilk 4 yıl çok huzurluydu ajans. ne var ki birçok yerde olduğu gibi orada da kraldan çok kralcı bir insan kalabalığı oluştu bir süre sonra. parmağımdan kazara parça kestikten sonra koşturduğum acil serviste, binbir çabayla kanı durduran doktorun verdiği (”elini aşağı eğdiğin anda yeniden kanar, bir daha durduramayız”) 2 günlük raporu duyunca, ısrarla ”hangi elimin parmağını kestiğimi” soran biriyle çalıştım mesela. sol elim deyince ”iyi de sen solak değilsin ki, niye işe gelmiyosun?” demişti. işte bir daha asla çöpçü balığı olmamaya da bu şirret insanlar sayesinde yemin ettim. nazsız, kaprissiz ve süratli iş çıkaran birinin norm değil nimet olduğunu idrak edemeyenlerle aynı çatı altında olmamalı insan.

reklama dair tek tavsiyem: ilgileniyorsanız bir yerlere gelme şansınız çok yüksek – ilgilenmediği halde işi kotarmış biri olarak söylüyorum bunu. hiçbir konuda fikrini sormaya tenezzül etmeyeceğim nice insanın, sadece inat edip kaldığı için ajanslarda belli bir konuma geldiğini gördüm. 2-3 yıl sürünmeye razıysanız (bizimki butik bir ajanstı, büyüklerde rekabet kıran kırana), eliniz az buçuk kalem tutuyorsa, tüm hayatınızın aynı 15-20 kişiyle geçmesinde bir sorun görmüyorsanız, sinirleriniz de sağlamsa arkası gelir. bütün paranızı sefahat ortamlarında yemeyecek kadar dirayet sahibiyseniz, 10 yılda dünyalığınızı yapar çıkarsınız hatta.

gönlümün ajanstan çoktan geçtiği ve yaz gelince işten ayrılıp celta sertifikası alma fikrini kafamda evirip çevirdiğim o karanlık günlerde, tülin’in telefonuyla bir anda kısmet ayağıma geldi. aylardan ocak’tı ve bir fransız ilköğretim okulunun ingilizce öğretmeni doğum iznine ayrılıyordu. ikinci dönem için çok acil öğretmene ihtiyaç vardı. ”iyi de ben daha öğretmen olmadım ki” dedim tülin’e. ”düşün işte, o kadar acil!” diye cevap verdi.

bir sonraki bölüm: türküm doğruyum

iş maceralarım – IV” için 2 yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir